2 Mart 2012 Cuma

izin ver yeşereyim gözlerinde..


izin ver yeşereyim gözlerinde.. senin gözlerin yeşil..çağlalar gibi..baharda verir kendini çağlalar, bilirsin..en güzel dalından koparıldığında kokar..gençtir, tazedir..her şeye hep geç kalırım ben..ulaşılmazdır çağlalar bana, kokusu kalmaz avuçlarımda..senin gözlerin yeşil..ekşi erikler gibi..ekşi olan her şeyden biraz uzak dururum ben..yüzümü buruşturmak bana göre değilmiş gibi..ama senin gözlerin işte bir avuç erik..avucuma sığdırmaya çalıştıkça illaki düşürüyorum yere.. düşme ne olur!

izin ver yeşereyim gözlerinde.. senin gözlerin bahar..öyle allı pullu, el-ele sevgilili bir bahar değil..yangın kırmızısı..isyana çağırır gibi..bana gel der gibi..der değil mi? Akşamüstü güneş iner senin gözlerine..her bakmamda yüreğimde kızılca kıyamet kopması bundandır.. kapatma gözlerini ne olur!

izin ver yeşereyim gözlerinde.. senin gözlerin hırçın biraz yeşil dalgalar gibi..balıkçı olmayı isterim ben bu yüzden..yutacaksa bir dalga gözlerinde kaybolayım..senin gözlerin yeşil..bense hep geç kalırım gözlerine.. bekle beni ne olur!

izin ver yeşereyim gözlerinde.. senin gözlerin uzak yeşil..şehir ışıkları gibi..seni tenhada severim ben, bilirsin..kimseler bilmez..sen bilirsin..şehrin gürültüsü kulakları doldurduğunda ben sevdamı fısıldarım..kimseler duymaz..belki sen de.. duy beni ne olur!    

izin ver yeşereyim gözlerinde.. senin gözlerin gece yeşili..karanlık, bir yorgan gibi örttüğünde yıldızların üstünü senin gözlerin gelir aklıma..şehrin kalabalığında yıldızları özlemek gibi..herkes uykudadır..ben beklerim..neyi beklediğimi kimseler bilmez..belki ben de..gözlerinde adımlarım uykuyu.. gel ne olur! gel! gözlerini de getir..

senin gözlerin yeşil.. izin ver yeşereyim gözlerinde.....

29 Şubat 2012 Çarşamba

Beyazıt’ta bir devrimci..


Beyazıt’ta meydanda gördüm onu..
Bir taş çıkıntısının üstünde
Kürsüsüz, mikrofonsuz..
Yarınlar adına konuşuyordu..
Gözleriyle tetiğe basıp
Devrime koşuyordu..
Bir kolu Edebiyattan
Bir kolu o görkemli kapıdan
İnançlar meydana akıyordu..
O, yüreği ayakta,
Bir şiir gibi konuşuyordu..
Soluk soluğa koşuyor
Kızıl bayraklar dalgalanıyordu..
Gülmüyordu ya
o konuştukça gül bahçeleri açıyordu..
Yumruğu havada konuşuyordu..
İndirdiği zaman yumruğunu
Sloganlar başlıyordu..
Kaldırdığında yumruğunu tekrar
Beyazıt Meydanı’nda
Güvercinler havalanıyordu..
Bazen on’lar meydanda halaya duruyor
Bazen yüz’ler o şanlı kapıya dönüyordu.. 
Bazen bin’lerce öfke sel oluyor,
Düşlerinde milyon’lar akıyor, akıyor
Cennetten bir dünyanın kapısını açıyordu..
Meydanda yüzlerce polis,
O, fırtınaya karşı konuşuyordu..
Güneş alnının ortasına yansıyor
Sözcüklerinde şimşekler çakıyordu..
Onun her susmasında
Beyazıt Meydanı’ndan
Göğe
Türküler uzanıyordu…
Beyazıt’ta bir devrimci
Tüm gerçek devrimciler gibi
Eylemi örgütlüyordu..
Aşkla paylaşılan yarınları örüyordu..
Beyazıt Meydanı’nda
Kadınlar erkekler
Kitapçılar
Seyyar satıcılar
Ve öğrenciler
Biten günün ardından
Evlerine yürüyordu…
Güvercinler hala uçuyordu…

17 Şubat 2012 Cuma

bazı geceler.....


 
Gece ayna gibidir, insan kendini görür sanki..


Bazı geceler derin bir off gibidir..
çekersin..bir nefestir ihtiyacın olan..
dolacağına ciğerlerine, için daralır, sıkıştırır anılar..

Bazı geceler üstüne alınmak gibidir..
geceyi üstüne almak..senin için olsun istersin..
şiirler, şarkılar senin için..yazılanları üstüne alınmak..
bir de “o” üstüne alınsın istersin..
senden gelen her şeyi alsın, taa içine, yüreğine koysun…

Bazı geceler dalın ucunda sallanan bir yaprak gibidir..
düşmeyle kalma arasında bir kararsızlık, bir telaş..karanlığa asılmış bir yıldız gibi..
o yıldız düşmesin istersin..gün doğmasın, yıldız ölmesin..
kalbine tutulmuş bir sevda gibi..aşk ölmesin istersin..telaşlı ve ürkek..

Bazı geceler kuş sesleri gibidir..
cıvıldaşır karanlık, bir yanıp bir sönen yaramaz yıldızlarla..
bazen martılar gibidir yüreğin, çığlık çığlığa..

Bazı geceler yalnızlığındır..
dönersin, dönersin yatakta da sen geceye, gece sana çarpar durur..
onlarca, yüzlerce, binlerce yalnız yürek tek bir gecede buluşur..

Bazı geceler sevmek gibidir..
yanında, başucunda ve bir o kadar uzakta…ellerin uzanır boşlukta..
ya yıldızları tutacak ya da kaybolacaktır s/onsuzlukta…

Bazı geceler ses gibi/sessizliğin gibidir..
ya konuşur her bir hücresiyle ya da susar kendi içine, içine..
susan her bir sözcük küskünlüğüdür kalbin…

Bazı geceler beklemek gibidir..
onu beklemek..gelmeyeceğini bile bile beklemek..
gün gibi, güneş gibi değil..geçmiş gibi..ama geçmemiş duygularla..
ayrılık bazı duyguları öldürürken, dirilttiği, canlı tuttuğu duygular da vardır..
özlem gibi, umut gibi, beklemek gibi…

Bazı geceler zaman gibidir..
ya hızla geçer durduramazsın..ya uzar, uzar saatler..
belli ki karanlığın koyuluğundan..
belli ki imkansızlığın derinliğinden, çaresizliğinden...

Bazı geceler koynunda uyumak gibidir..
uyumak uyumamak arasındaki o sevdalı hal işte..
zamanı kaybetme korkusuyla, her anı yaşama heyecanının buluşması gibi..
sarılırsın düşlerine..
uykuya yenik düşmek değildir gözlerinin kapanmasına sebep..
görmek istediklerindir..hayaller…

Bazı geceler ona bakmak /gözlerine bakmak gibidir..
geniş ovaların rengini onda görmek..sevdanın rengini..
ertesi günü beklemek değil, onda doğanı görmek gibi..

Bazı geceler..

Bazı geceler…

Bazı geceler…..

Gece bitti..!
 
 

şubat 2012

28 Ocak 2012 Cumartesi

ellerin diyorum ellerin hala sıcak mı?

Düşünce yere bir eşyan
Eğilirsin ya almak için,
Bir elmayı koparmak için
Uzanırsın ya bir dala
Elini götürürsün ya
Sabahları saçlarına
Dokunursan ya ışığa
Lambayı yakmak için
Ve bazen bulamazsın ya
Ellerini koyacak bir yer..
Bana da uzatsan diyorum
Ellerini…
Söylesene
Ellerinin
Ellerimi tutmasından
Daha başka
Ne ısıtabilir ki
Yüreğimizi ? ..

18 Ocak 2012 Çarşamba

Düşlerini Silahlandır Sevgili

"Atlasları getirin! Tarih atlaslarını! En geniş zamanlı bir şiir yazacağız.”

Sabah uykuları kar altındadır. Erkeklerimiz saçlarımızı hınçla tarar, gözlerini saklar, ellerini saklar, saçlarımızdan dökülen kan pıhtılarını saklar… Kuşlar kanatlarını saklar, nasırlar ellerini saklar, lokmalar açlıklarını saklar… Biz nefretin kokusuyla büyüdük. Büyüdük o sabahlar bizimle büyüdü, biz büyüdük yalınayak yollar bizimle büyüdü. Biz büyüdük kurşunlar etimizle büyüdü, büyüdük şimdi bir intikam yemini edeceğiz. Gece uykularında ateşler içinde uyanan, sebepsiz dudakları patlayan, gözleri oraya buraya dalan, etine saplanmış paslı demirleri usulca çıkaran bir kavmin en sessiz şiirini yazacağız.

Sabahlarımızı kahredenlerin gündüz ve gecelerini hüsrana boğacağız. Saçlarımıza asılmış olan parmakları kıracağız. Yüzümüzde patlayan tokadın sesini binlerce büyütüp bizi kahredenlerin canının tam ortasına yıkacağız. Asla unutmayacak asla affetmeyecek olanların ekmeklerindeki küfün kokusudur akşamüstleri bizi çok uzaklara götüren. Çok uzaklara. Çünkü can yanmıştır, çünkü anneler öç severler, çünkü babalar kanla doyurur ancak içlerindeki uğultuyu. Bizim kanla doğduğumuz bilinecektir, kanla öleceğimiz de. Uykusunda ölecek olanlar bu ateşle abdest almasınlar!

Birinin soluğu yetmez morarmış ellerini ısıtmaya. Biri ‘askı’dan yeni inmiştir, biri hiç doymamış gibi yer, biri hiç uyumamış gibi uyur, biri hiç gülmemiş gibi kaba güler, biri hiç yaşamamış gibi ölür mesela. Birileri öyle güzel ölür ki bize yaşamak öç almak üzere rehnedilmiş günler olarak kalır. Şimdi sessiz ve hünerli bir sakinlikle incinmiş bileklerimizi ovuyoruz. Cezaevlerinden faks geliyor, kitaplar gidiyor oraya, çaylar demleniyor duvarlara astığımız fotoğrafların sayısı hızla artıyor. Ve şimdi kimse hayra yormasın bizim bunca kederli oluşumuzu ve şimdi düşmanımız sakın ola bizi kırık görmesin. Çünkü düşmanı yenecek ve dostu ayağa kaldıracak olan bizlerin incinmiş bilekleridir.

İrademiz kırıldı, etimiz çürüdü yer yer, nefesimiz kesildi bazen. En çok bunlara güveniyoruz, en çok bunlara. Bunlar bizim galibiyetimizin teminatıdır. Bunlar bizim düşmanın cesetlerinin üzerine basarak yürüyeceğimiz bir kanlı ayazın soluğumuzdaki izleridir. Ve biz kazanacaksak muhakkak kar yağacaktır.

Sevgili… Bak parmaklarım eğri büğrü, bak saçlarım ne kadar yorgun, gözlerimden parasız ve yatılı günler akıyor. Senin lokmanda dinlendim, hükmünde bağladım ateşi boynuma. Biz bir intikamla, ferah bir intikamla, sevecen bir intikamla kadim olacağız.

Kar yağıyor bak yüzüne. Nefesin geçiyor ense kökümden… Seni ve en çok ölülerimizi seviyorum. Yastıkların gün ışığı koktuğu sabahları seviyorum. Ne söylesem gülümseyerek bakacakmışsın gibi, ne ağlasam bir dünyayı yıkacakmışsın gibi. Demek ki tüfekleşiyor her şey, demek ki sevmek ve öldürmek birbirine bu kadar yakın. Demek ki boynuna dokunmak, gül yetiştirmek ve bir şehri darmadağın etmek birbirine bu kadar akran. Yenildiğimizi öğrendik. Sen bana çorba içerken hafifçe fısıldadın yenildiğimizi. Ben sana örgü örerken bahsettim yenildiğimizden. Ve böyle kırık dökük kalırsak biteviye yenileceğimizi anladık. Ondan kara yeminler bağladık, ondan dipsiz kuyular kapattık, ondan kör testerelerin ağzından ağaçlar aldık. Yeminler, bereketli çeşmeler, büyük ormanlar…

Bir şiir yazacağız ve bir daha asla yazmayacağız. Çünkü her şey şiirleşecek. Çünkü tüfek, çünkü somun ekmek, çünkü taranan saç, çünkü incinen bilek, çünkü kar… Şiirleşecek! Bunu en çok yenilen ordular biliyor. Dağıtılmış tugaylar biliyor bunu… Halka ve hayata!

Sevgili.

Yetimhaneler, tımarhaneler, hastaneler, ıslah ve cezaevleri, iş kuyrukları, ucuz ekmek sıraları, maden göçükleri, tersanelerde kopan ipler, iskeleden düşen adamlar, ciğerleri sökülen çocuklar, böyle içimize bir hamayılla bırakılmış is kokusu…

Başım öyle ağır, kalbim öyle ağır, sesim öyle koyu ki.

Yazık edeceğiz.
Kahredeceğiz.
Mahvedeceğiz.


 
-alıntı-

17 Ocak 2012 Salı

gün olur tüm yollar van’a gider…....... (Van-Erciş Üzerine Bir Yazı 1)


"Annem insanın neresi ağrırsa canı da orada atar der hep. Benim de canım hep Van’da atıyor. Günler Van için umudu yüklenip de gelsin..."

Bir şehir vardı orda, güneşin doğduğu yerde.. kıvrıla kıvrıla yollar giderdi.. dağlar geçerdi, yükseği karla kaplı dağlar.. ağaçsız-evsiz-insansız yalnız dağlar.. belki içinde sakladığı sırlar vardır kimbilir..belki yalnız görünür ama değildir.. öyle heybetli durur dağlar..eteklerinde evler..onlar da yalnız..unutulmuş..ve küsmüş şehirsi kalabalıklara.. ve içlerinde umutlar saklıdır belki de kimbilir..ondandır öyle mağrur duruşları..ıssızdı yollar..güneşe doğru uzandıkça ıssız..ve yalnız..ve soğuk.. uğuldayan rüzgarlar yollarda bana yoldaş değil de, sanki düşmanın ensemdeki soluğu gibi ateş gibi yakıyordu..üşüyordu dağlar..üşüyordu evler.. üşüyordum.. yok, hayır bu kasımda kışı üşümek üşümek değildi.. göçük altında kalan bir şehrin ölüm soğukluğu-ölümüne soğukluğu; utandırdı kışı.. yollar üşümeye utandı..koca koca şehirlere yasaktı üşümek bu kış.. üşümek utandırdı beni, hiç olmadığı kadar, bu kasım soğuklarında.. şehirler şehirler geçtik..İstanbul’dan Van’a..Adapazarı, Çorum, Çankırı, Amasya, Sivas, Erzincan, Erzurum, Ağrı… köyler geçtik, tozlu yollar.. yol kenarlarında bekleşen yoksul insanlar, köylüler, çocuklar… inekleri-danalarıyla çobanlar… Dudaklarında dost ıslıkları, hep taşırken yanlarında emekçi ellerini/umutlarını kimdi yalnız olan gerçekte? Onlar mı biz mi?..
Bir türküsü vardı buralarda ıssızlığın-unutulmuşluğun..dağların bir türküsü..yolların bir türküsü..köylerin..onların bir türküsü..ve işte enkaz altındaki şehrin bir türküsü..ağıttı o, evet ağıt.. şehrin yıkılan evlerine ağıdı..yitip giden hatıralara ağıdı..sokaklarında kaybolan ağız dolusu gülmelere-çocukların vurdumduymazlıklarına-yaşlıların çay sohbetlerine-gençlerin ilklerle dolu heyecanlarına-sıcacık yürekleriyle ocaklarda ekmek pişiren kadınlara ağıdı…
Uğuldayan yalnızlığıyla üşüyen yollar gidiyordu Van’a-Erciş’e doğru.. ve şehir, haritalar üzerinde bir parmak gösterimi mesafesindeyken, yol aldıkça yaklaşmıyor uzaklaşıyordu sanki.. ve uzaklaştıkça gözden kaybolmuyor, gözümde büyüyordu sanki.. yıkım görmüş, taze ölüler gömmüş acılı bir şehre adım atmak-ayak basmak zordur.. Önceleri sahte bir hüzün vardır üzerinizde, anlayışlı bir acı, acımaklı bir bakış, yardımsever bir kibir… siz ve onlar.. mesafeler mesafeler.. haritalar üzerindeki parmak hesabından daha uzak mesafeler.. kimileri için hiç kapanmayıp, daha da büyüyen mesafeler.. ama bu bizim yaşanmışlığımızdır/hikayemizdir ve bizde mesafeler geçicidir.. aynı göğün altında aynı havayı soluduklarımızla aşılmaz mesafelerle değil, aynı yolun yolcuları yoldaşlığıyla yakınlaşarak yazılır bu tarih/hikaye..
Topraklarımıza güneşi getiren şehir.. güneşin doğduğu şehir.. emekçi ellerin, yoksul yüzlerin güneşle eşdeğer olduğu şehir.. güzel gözlü esmer yürekli insanların şehri.. Kürt olmanın aşağılama değil, doğallığında kabul gördüğü şehir.. güneşe herkesten daha yakın olan şehir.. bir gün yer-altının çığlığı yer-üstüyle karıştı.. bir toz bulutu çöktü şehrin üstüne.. 23 ekim’di tarih.. bazılarının ömür takviminin son yaprağı idi.. öyle yaprak gibi uçup gitti bakışları.. en son ne görmüştü o güneş bakışlı gözler?.. Toz? Toprak? Karanlık? Yoksa çığlıklar mı? Öyle birdenbire çöküvermişti binalar, evler, öyle çaresiz çığlıklar gibi..
Wan ne bêxwediye ! Yalnız değilsiniz derken büyük şehirlerin yalnızlığına da ilaç değil miydi Van! .... Kasım’ın 6’sı bayramın ilk günüydü İstanbul’dan Van-Erciş’e yola çıktığımızda.. önümüzde felaketi yaşayan bir halka yanındalığımızı anlatan, soğuğu bir nebze azaltacak, maddiyatla değil yüreğimizden koyduklarımızla yüklü bir kamyon.. 11 DL 671.. hep gözümüzün önünde.. ona baktıkça Van’a bakıyoruz.. enkazın soğuğundan, yıkımların-yokluğun soğuğuna dayanmaya çalışanları görüyoruz.. duraklar-tesisler geçiyoruz.. her yerde dilimizde Van.. yolumuzu açık eyleyen sözler işitiyoruz durakladığımız yerlerde, Anadolu’nun farklı şehirlerinin farklı renkten güzel insanlarından.. Yollarımız açılıyor…

Kasım 2011

ve insan.. erciş’te çocuk olmak…........ (Van-Erciş Üzerine Bir Yazı 2)



Ertesi gün akşamüstü varıyoruz Erciş’e.. güneşi yakalıyoruz batmadan.. önce kamyonu boşaltıyoruz eskilerin buğday deposuna.. eski ve yeni arasında her zaman yıllar olmaz.. 2 hafta-3 hafta da yeterdi bir yerin-insanların-yaşamların kesin çizgilerle ayrılmasına.. hatta saniyeler bile yapabilirdi bunu.. ve yapmıştı Erciş’te.. her yer yıkıntı, her yer enkaz.. derme çatma çadırlar.. sokaklarda çocuklar.. soğuk bir gündü evet, ama insanı sadece kuru bir ayaz, ıslak bir yağmur, zamansız bir kar mı üşütürdü?.. bütün bir halk kışa mı üşüyordu şimdi?.. onulmaz yaraların sahibi bir şehir kışa mı üşüyordu?.. öyle olmasını isteyebilirdik, yüreklerin üşümesine tanıklık ettiğimizden beri.. mezarlıkları geride bırakarak girdik şehre.. ölümlerin ağıtlarla bezendiği mezarlıklar.. ölümlerle beraber ağıtların da gömüldüğü mezarlıklar.. o geçmişe, sen geleceğe doğru yol alsan da geçip gidemeyeceğin şeyler var hayatta.. kaybettiklerimiz gibi.. yitirdiğimiz sevdiklerimiz gibi.. uzaklaştıkça anılar, büyür özlemler.. arttıkça alışmalar, büyür boşluklar, yerine koyamamalar.. yaralar kabuk bağlasa da, o kabuğun altında gizli bir acı bakidir...

Ağıtları ardımızda bırakarak-şehrin ağıtlarına karışarak ilerledik.. ve Erciş.. akşam çökende Erciş’teyiz işte.. yemek çadırları kalabalık .. sağlık konteynırı da burada.. gönüllü gelenler de çadırlarda yemek yiyor.. merkezi yeri burası Erciş’in.. çadırların kalabalıklığıyla ölçülen bir merkez.. Şehir merkezi-çevresi-köyleri… her yerde enkaz.. Enkaz da ne demek! Yerle-bir olmuş binalar-evler demek-yaşamlar demek.. yıkıntılar arasında param-parça olmuş yaşamlar görülüyor.. bir kitap, bir oyuncak, bir tabak, kıyafet parçaları, daha neler neler.. yıkıntıların arasından sesleniyor.. burada hayat vardı diyor.. bu evde birbirini seven insanlar vardı.. kaç yıllık evli bir karı-koca, çocuklar vardı.. yaşam belirtileri dipdiriydi bu evde.. Öldü mü şimdi o yaşamlar? Parçalandı mı anılardaki tablolar? Ne kaldı şimdi onlardan geriye? Bu yıkıntılar arasındaki parçalar mı? Bir zamanlar biz de yaşadık diyen parçalar! Buradaydık... bu dünyada-bu ülkede-bu şehirde-bu evde.. vardık biz…. Varlar mıydı gerçekten? Bu yoksul şehirde onlar yaşamışlar mıydı gerçekten? Mezar taşlarına kaygısız-mutlu günlerinin sayısını kazısak kaç güne denk düşer? Yaşamışlar mıydı?.. nasıl yaşamışlarsa öyle de ölmüşlerdi onlar.. kaygılı, unutulmuş, çığlık çığlığa..
Yıkıntılar-çatlak duvarlar-boşaltılmış evler.. ve şehre yabancı o derme-çatma çadırlar.. nasıl da iğreti duruyorlar öyle.. sanki biz buralara ait değiliz diyorlar.. öyle geçerken uğradık havasındalar.. öyle çelimsiz, cılız, öyle rastgele.. mevsime yabancı çadırlar.. ah bilmiyorlar ki bir kışı burada geçirecekler.. yağmur da alsalar, rüzgarı-ayazı tüm misafirperverlikleriyle buyur da etseler, insanlar onlara mecbur!.. insanlar onların içinden yeni bir yaşama tutunmaya çalışacak-ayağa kalkma çabaları buradan geçecek.. bir düzine ve fazlasının koyun-koyuna yattıklarına, birbirlerinin nefeslerinden ısındıklarına şahitlik edecek kara günlerin bu beyaz çadırları, kirli beyaz.. rüyalardan çok kabuslarla uyanacak çocuklar burada.. artçı acıların arkası kesilmeyecek.. bir şehrin gülen yüzüne hiç yakışmayan çadırlarda hayata ağlayacak yeni doğan bebeler.. şairin dediği gibi *“Her başlangıçta yeni bir anlam vardır. Nedensiz bir çocuk ağlaması bile çok sonraki bir gülüşün başlangıcıdır.” Umutlarını koruyacak şehir bu çadırlardan yükselecek olan çocuk sesleriyle.. her şeye rağmen….
                     




Erciş.. ölümler görmüş yüzlerce.. taşın-toprağın altından çıkarılanı tekrar toprağın altına vermiş.. acılar iç içe geçmiş.. gidenler-yitenler bir yandan.. ölmeyip de sağ kalanlar öte yandan.. ortak acılar birleştirir..birleşik bir yalnızlık, bir acı var buralarda.. ve yabancılık diye bir şey yok Erciş’te.. geceleri erken bitse de sokaklarda yaşam, gün-ışığıyla birlikte bütün şehir sokaklarda sanki.. gidecek evleri yok çünkü.. ve çadırlar tüm yabancılığıyla çok soğuk..sokaklar her şeye rağmen daha sıcak-daha kucaklayıcı..halden anlayan,ortak acıyı yaşayan yüzlerce çift göz sokaklarda çünkü.. yoklukta-yoksullukta eşit onlar çünkü.. birbirlerinden gizleyecek saklayacak birşeyleri yok herşey ortada çünkü.. acılarını-isyanlarını paylaşmak için, şehrin gözlerinin içine bakmak için göğün altına dağılmış insanlar...

Ve çocuklar.. rengarenk gözleri, incecik kıyafetleriyle çocuklar külçe külçe serpilmişler şehrin her köşesine.. nereye çevirsen başını onların bazen mahzun-utangaç, bazen yaramazlık yapmaya hazır-muzur bakışlarıyla karşılaşmak mümkün.. bir şehrin belki de en büyük armağanı onlar.. bir şehre belki de en büyük armağan onlar.. onlar da olmasa mezarlıklara döner şehirler.. şeytani bir sessizlik çöker şehrin üstüne.. aydınlık gülüşleriyle iyi ki onlar var.. çadırlarına ekmek taşıyorlar ciddi bir edayla.. kimi zaman yıkıntıların başında öylece bakıyorlar.. gözlerimiz karşılaşınca bir mahzunluk taşıyor onlardan bize.. bazen gülümseyiveriyorlar hızla geçen ve utangaçça.. ve yunus’un gözleri hiç çıkmıyor hafızalarımızdan.. kara kara gözleri ne güzel bir çocuktu yunus.. en çok çocuklarına mı yanar bir şehir?.. Yunus’a yandığı gibi, serhat’a yandığı gibi, babasız kalan azra’ya yandığı gibi, diğer nicesine yandığı gibi başka neye yanabilir?  Kendi seçmedikleri, kader diyemeyeceğimiz bir ölüm onlarınki.. kaçak bir bina nasıl yapılır bilmez onlar.. malzemeden nasıl çalınır, kimler izin verir, kimler göz yumar, kim görmez, duymaz, kimler bir ailenin sıcak yuvasını rant kapısı olarak görür bilmez çocuklar.. öyle bilmeden çöküverir üzerlerine yalanın-dolanın, çalma-çırpmanın ağırlığı.. ve öylece ölüverirler, şaşkın ve anlayamadan.. bilinmeyen bir dilden sözcükler dökülüverir ağızlarından : *mirim mirim mirim…. Ve ölürler..
*edip cansever 
*mirim : öldüm (kürtçe)


Kasım 2011